20 Haziran 2012 Çarşamba

bazen kirişi kırman gerekir bebeğim

Bunu ilk yapışım değil. Aslında düşündüm de (sıkça yapıyorum bu aralar, nöronları patlayasıca beynim kızardı bu yüzden), ben buna benzer kiriş kırmaları birkaç defa yapmışım. Hem de daha bebeyken başlamışım yapmaya. Lakin her seferinde kirişi farklı yerlerinden kırdığımdan, bir bakıyorsun her sefer yeni bir sefer gibi geliyor sana. Değil işte. Bu kiriş artık sır tutmaz... O derece yani. Kiriş olmadan da duruyor yapılar. Hiç!Bir baktım, kütüphaneyi baştan ayağa indirmişim. Yerlerde sürünüyor felsefe, tarih, ruhbilim, o da ne! Yemek kitabım bile var üstüme iyilik sağlık (işte bu yüzden kirişi kırmak güzeldir. Bazen nasıl bir kadın olmadığımı bir kez daha hatırlatmam gerekiyor bu deliye!)

Çok küçüktüm hatırlamıyorum, evden bir takım eşyalar, irili ufaklı personal stuff cinsinden, gitti. Gönderildi. Bana ait değillerdi, onundular. Gitmeleri gerekiyordu ve gittiler. Acı veren, göz önünde göz veremi miydiler yoksa geçmiş travmalarımızın sona kalan delilleri mi emin değilim, dedim ya küçüktüm hatırlamıyorum. Neden sonra hatırlarım belki diye nöronları patlayasıca beynimin kıvrıkları arasına sakladım. Arada çıkarıp seviyorum onları, ciciiiş!

Derken lise yıllarının bir türlü herkes kadar sıradan geçirilemeyen gençlik bunalımına girdiğim bir andı, ne kadar hatıratım, günlüğüm, kağıdım, papirüsüm varsa hepsini okulun kazanında yaktım. Kiminde sivilce çıkar, ben soğukkanlı bir biçimde kucağımda koca bir poşet, gittim görevliye, aç dedim kazan dairesini. O kadar ki kazandan sorumlu devletimin bakanı genç hademe arkadaş siyah gözlerini iri açarak ve dolu dolu, sanki yaktığım kendi iç dünyasıymışcasına (bayılırım bu tür edebiyata) burun çekiştirerek "neden yakıyon ki" dedi. Hiç! İnsan geçmişini yakar mı? Ben yaktım. Böyle öğrenmişim çünkü. Demek ki bir şey sana acı veriyorsa sepetleyeceksindi gitsin. Onlar gönderdi, ben yaktım...

Derken büyüdüm. Siz ne kadar büyüdünüz o tarihlerde bilemem, ben çok büyüdüm. Bazı kızlar erken serpilir ya işte benimkisi ruhendi. Bedenim kısılıp kalırken içim büyüdü büyüdü, patladım. Fazla geldim bedenime. Delice şeyler yaptım. Bazılarını hatırlamak bile istemem. Bazılarını her sabah kendime hatırlatmak zorunda olduğum anlar var.
Mesela siz, geçmiş yıllarınızdan eşyalara sahip misiniz? Ben değilim. Varsa ufak tefek, memleketteki evdedir. Annemin ısrarıyla kalmışlardır. Ya da belki benim bir kriz anımdır, "kalacak bu! Yakarım bu gezegeni!" demişimdir de öyle kalmıştır. Çok değil birkaç ay sonra giderim, bir kiriş de orada kırarım, hiç! Şu an yaşadığım evde de bilmem kaç yıldır benle dolanıp duran eşya bok püsür sadece ailem istediğinden, ben kırılganlığı sevmediğimden. Yoksa...

Kişisel eşya saklamayı sevmem. Biriyle paylaşmayı sevmem. Herhangi birinize eski zamandan bir eşya, anı veya kağıt parçası vb göstermişsem bilin ki onların henüz sırası gelmemiştir, bilin ki onlar hatıralarım değil travmalarımdır. Uzun uzun kendimi anlatacağıma iki eşya gösterip anlamanızı beklerim. Beynimdeki patlayasıca nöronlar için onların son kaçış tarihi henüz gelmemiştir demek istedim. Bazı şeyleri silmek çok zor oluyor sonra. Ama fotoğraf saklarım. Acıların kanıtı olmayan fotoğraf demek istedim. Sorunlu olanların sonu çoktan gelmiştir. Bana bakınca beni, o tarihte geçirdiğim travmatik durumları hatırlatmayan tüm fotoğrafları saklarım. Çünkü biliyorum, bütün delilleri yok etsek de beynimizden kendimizi silemiyoruz. Görüntüleri silerek sadece sizden saklıyoruz. İşte bütün kütüphaneyi indirmişken bir tane fotoğraf kitapların arasından sıyrılıp düştü.

Ben bunu nasıl unutmuşum!
Fotoğrafa baktığım ana kadar sadece 100 civarında kitabı ayırmış, kalanlarla bir türlü vedalaşamamıştım. Yeter sanıyordum. Fotoğraf çok değil birkaç yıl önce çekilmiş, ben çekmedim belli, içindeyim çünkü. Öyle salak salak kendime bakıyorum. Olmak istediğim bir mekanda ama olmak istemediğim bir kıyafetle, asla kabullenemeyeceğim bir başkasının bakışlarına sahip bir şekilde, öyle oturuyorum konuk masasında. Hatırladım. Hayatımı alt üst eden o dönemi geride bıraktığım ilk üç ayın sonunda çekilmişti. Ondan birkaç ay sonra da ne kadar kitap varsa kütüphanemde, birkaç bavula doldurup bırakmıştım bir derneğe. Yani demem o ki, ilk kırışım değil kirişi. Sonra eşyalarımı toplamış bir dolusunu dağıtmış, bir halı bir televizyondu sanırım, az buçukla bir başka eve taşınarak geçmişimi temize havale etmiştim. Yaptım bunu! Yine yapmanın zamanı gelmişti işte. Neden 100 kitapla yetinecektim ki?

Hatırladıkça rahatladım... Sonra bir telefon görüşmesi yaptım. Beklemediğim bir görüşme, yani bekliyorum çünkü ben aradım çünkü dostumun doğumgünü ama hiç beklemediğim bir içerikle, ağladım bir de! Sonra bir görüşme daha. Bunu bekliyordum. İçerik her zamanki gibi şaşırttı beni. Konuşmanın karşı tarafı kendinden o kadar emin ki! Bazen bu görüşmeler hiç bitmesin istiyorum. Sanki telefon kapanırsa nefes almayı bırakacağım...

İlk görüşmenin karşı tarafı, yıllarca üstünde tepinilmiş güven duygumun, onu salıverince geri geleceğini söyledi. Güvenmeyi bırakırsam değil, güvenme ihtiyacı duymazsam... Bunu ikinci görüşmenin karşı tarafı da bir süre önce farklı şekilde söylemişti (O, daha çok, "bunları düşünmeyi bırak, pek kullanmadığın bir sözü kullanmanı öneriyorum, Fuck them all! Bir kez söyle, bırak gitsin" gibi bir cümle sarf etmişti. Bugün denedim, oldu. Check this out at the end of the text)

İlk görüşmenin karşı tarafı benim gibiydi, daha umutsuz görünse de benden hep daha güçlü olmayı başarıyordu. Bazen birbirimize bakarak ayakta kaldığımızı düşünüyorum. Onu dinledim. Birkaç gündür güven duygumu sınayan patlayasıca nöronlarımı serbest bıraktım. Bir film repliğini hatırladım o an, "insanlara inanmak zorunda değilsin ama güvenmek zorundasın" Bu lafın üstüne düşündüm (artık eminsiniz, evet o kadar yapıyorum ki bunu, nöronlarım gri değil kırmızı...) Şimdi inanmakla güvenmek arasındaki farklar üzerine nutuk çekecek değilim. Bilgilendirici değil ilgilendirici bir yazı nihayetinde. Ama güvenmek denen şeyin, sonunda yangın da çıksa, dünya tepetaklak da olsa, kısa veya uzun bir zaman diliminde, yani anı yaşadığında, ne kadar güzel bir duygu olduğunu unutmuşum. Hatırlamak ne kadar korkutsa da bunu sevdim.

İki görüşme de birbirine benziyordu. İkisi de aynı şeyi söylüyordu birbirinden habersiz. Leave it as it is, enjoy the moment... Biraz sen adım atarsın biraz dünya. Biraz sen bırak gitsin, biraz dünya... Ne olabilirdi ki? Sonra elimde ne varsa bıraktım. Bütün kaslarımı bıraktım. Bütün nöronlar boşlukta öyle titreyerek dönmeye başladı. Sting açtım, Moonlight ve bir Englishman In New York patlattım. Gözümün önündeki görüntü kırmızıdan griye dönmeye başlayınca durdum. Sonra mı?

Siz bu yazıyı okurken ben 4x4 göz kütüphanemde geriye kalan 50 kadar kitabım (onların da günü gelecek!) ve meçhule gitmeyi bekleyen son yedi yıllık birikimimin sığdığı 3 bavulla birlikte... ve bırakınız sonrasında ne yaptığım artık bana kalsın.

Siz bu yazıyı okurken ben yıllardır ara sıra yaptığım şeyi yaptım. Daha şiddetli yaptım. Hafta boyunca da yapmayı sürdürmem gerekecek, ancak temizlenir bu seferki kirişin artıkları.

Veda kısmından hoşlanmıyorum, bu yüzden kibarca gidin, (before I kick your ass!) kapıyı şu şarkı eşliğinde kapatın: To All Who Didn't Get It Yet!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder