26 Aralık 2012 Çarşamba

göçebe

otuzsekiz satır yazdıktan sonra sildim.

otuzsekiz yıldır yapamadığım ne var da yapmalıyım ki diye düşündüm. Selçuk'taki havaalanında paraşütle atlama denemesi yapabilirdim. Çin Seddi'nde yürüyebilir, çektiğim zottirik fotoğrafları Facebook'ta paylaşabilirdim. New York'a yeniden gidebilir, Spanish Harlem'den gözlemlerimi blogumda yazabilirdim. Yapmadığım spor, denemediğim çılgınlık kalmayabilirdi. Arkadaşlarımla partilerde sabahlayabilir, her haftasonu bir barda eğlenebilirdim. Tatillerimde hep birileriyle bir yerlerde olabilirdim.

neden yapmadın deme. dinle önce. dinlemeyi öğren.

oysa otuzsekiz yıldır tek gerekçem bunları paylaşacak, bunları benimle paylaşmayı gerçekten isteyecek bir yol arkadaşının olmayışı. çünkü tek başıma yaptığım şeylerin hiçbiri bir kazanım, başarı ya da mutluluk değil benim için. bu yüzden otuzsekiz satır yazdıktan sonra sildim. çünkü şu an hissettiğim koca bir hiçlik. dünyanın sonu gibi değil ama. big bang gibi.

neden bir yol arkadaşım yok? olmaz tabii. göçebeyim ben. bir evde, bir hayatta, hep aynı şeylere tutunamam. 

siz mesela, bir arkadaş ortamına gittiğinizde, sofrayı hazırlayan "o soğanlı şeyler sevmez", "acı yemez o" diyebilir. benim için söz konusu değil bunlar. acaba bu kez nasıl bir çılgınlıkla çıkacak karşımıza şaşkınlıklı soru cümlesi güzel Türkçemize benimle yerleşmiştir. ha bir de, hani bir film vardı. kadın aslında tüm olayın yumurtayı nasıl yemeyi sevdiğini bilmeyişinden yani bir tercih yapmayışından kaynaklandığını anlıyor, sonra bir sabah birkaç değişik yumurta pişirip deneyerek hangisini gerçekten sevdiğini anlamaya çalışıyordu ya. işte ben bütün o yumurta çeşitlerini sevebiliyorum. ertesi sabah da bir önceki sabahkinden köşe bucak kaçabiliyorum. seçmek zorunda mıyım be adam! bir sabah da sen düşün acaba bugün yumurtayı hangi tuhaf şekilde pişirsem de şu kızı şaşırtsam diye! her şeyi ben mi öğreticem!

geçenlerde yaşça küçük (12) bir arkadaşım "uff bence hayatta en kötü şey seçmek zorunda kalmak" demişti. ne kadar haklı!

göçebeyim ben. tahminlere sığmam taşarım. bu yüzden de sevilmem. beni sevmiyorsunuz hüüüü demiyorum. gayet farkındayım çünkü. benim gibiler sevilmez. eğer bir şeye ilişkin tahminleriniz tutmuyorsa rahatsız olursunuz. "unpredictable is mean", aynen öyleyim.

falında "bir adam var" dedi kadın. gelecekten haber vermiyor. antenlerini açmanı söylüyor. önce bir dinlemeyi öğren! koşullanmış olarak açtım antenleri, çünkü bir adam var. gelecek biliyorum. fal söyledi. fal söylediyse geliyor o adam. gelir yani. çünkü artık hazırım.

çünkü artık hayatta hiçbir şeyi tek başıma yapmak istemediğimi biliyorum. çünkü hayatta en kötü şey seçmek zorunda kalmak ve ben artık yaptığım seçimlere göre değil, ne seçersem seçeyim beni olduğum gibi sevme çılgınlığını gösterebilecek insanların tarihini yazmak istiyorum otuzsekiz yıllık hayatımın geri kalanına.

şimdi mümkünse giderken kapıyı arkanızdan kapatın ve beni kapıyı yeniden çalacak ruhla yalnız bırakın. ey ruh! geleceksen lütfen kapıyı üçvirgülondört kere çal. uğurlu sayım...

6 Ağustos 2012 Pazartesi

eser kalmadı!

Yine reklamlara bağlanıyoruz.
XX ile lekeden eser kalmadı! diyordu abla, sanki adli tıp laboratuvarlarında incelense eser miktarda da olsa kire rastlamayacaksın o derece!
Eğri oturalım doğru konuşalım diyor ortağım. Bu yüzden biz ev ortamında veya rahat koltuklu kafelerde iş toplantısı yapamıyoruz. İlle popomuza tahta sandalye batacak. O zaman rahatsızız. O zaman anlıyoruz müşterilerimiz de rahatsız olabilir. Olmasın. O zaman iki kere düşünüyoruz; bizim istemediğimiz bir şeyi müşteri beş kere istemez!
Sonra, uzun toplantılar yasak bizde. Aceleciyiz biz. Rahatsızız. Bir an önce çözüm bulunmalı sonuca ulaşılmalı. Ah o boşa geçen dakikalar yok mu (saat demiyorum bak!).
Bir örnekle açıklamam gerekirse, Mecidiyeköy'de meydanda yolun bir başından öteki başına, kırmızı ışığa yakalandınız mı bir de, yandınız demektir. Şaka değil, şimdi orada olanlarınız varsın hesaplasın, iki ana ışık ortalama 50-70saniye kadar sürüyor. Bir de arada geçilen ufak yol var, orada da bir 10 saniye desen, en az 1.5 dakika. Yolu gelmesi de 30 saniye desen, git gel, günde minimum 4 dakika sadece bekleyerek geçiyor. Bir ara o ışıklarda kırmızıya her yakalandığımızda GİTTİ ÖMRÜMDEN 4 DAKİKAAA YAŞLANDIM AAAY diye avaz avaz bağıran biri vardı. Ciddiyim. Dönemi hatırlayanlar hatırlamıştır, çaktın mı? O benim işte!
Bu defa kısa keseceğim aziz straz taşlı kitlem. Hizmet sektöründe iş yapıyorum diye ortalıkta gezinen nice andavallıyadır lafım. Müşterisine verdiğini iddia ettiği hizmeti, kulağını ensesinden tur atarak göstermeyi başarıp yine müşterisine yaptırtmak suretiyle bir de üstüne uzay sözlüğünden edinilmiş adlara sahip masraflar üreten midesiz yaratıklaradır.
O senin iş yapıyorum dediğin var ya, Tokat'taki bakkal Rüstem Amca döt kadar tükanında senden daha iyi yapıyor onu. Kapa o fabrika görünümlü merdivenaltı atölye bozuntusunu. O senin takla atarak müşterine kilitlediğin ve üstüne masraf aldığın hizmet var ya, işte onu köylü İbraam Dayı bir yımırta bir kase yoğurda veriyor. Madem hizmeti de bize gördüreceksin kalk o koltuktan, sen git örgü mü örersin, kocanın saçını veetle mi yolarsın, biz daha yakışırız o koltuğa emin ol.
Şimdi siz, bu lafı yiyip de "aman ya ben sadece çalışanım nolcak firmaya diyo bu" diyerek kendini garantiye alanlar var ya, asıl lafım size. Çünkü asıl dolap sırça köşklerde, camdan plazalarda, lüks mobilyalı ofislerde dönüyor. Özellikle de patrondan daha patron, padişahtan daha padişah olanlar var ya (çocuğuna malumun adını koyacak kadar beyin raşidiği olanlar atbaşı tabii), hah işte onlara hiç acımıyorum, üzülmüyorum, midemi bulandırıyorsunuz ve bunu biliyorsunuz. Net. Yatacak yeriniz yok sizin...
Rahmetli anneannem (nurlar peşinden ayrılmasın!) derdi ki elin işini böyle gören kendi işinde neler etmez! İşte bu yüzden ayinesi iştir kişinin lafa bakılmazdır. Bu nedenledir ki bir iş yerinde yaptıklarınız sizi de bağlar. O yüzdendir ki kimse bana, özellikle hizmet sektöründe, "benimle sanki aptalım da bir halttan anlamıyormuşum ya da suçluyum da sürekli bana koyulan kuralları çiğneyerek rahatlarını bozuyormuşum gibi davranan (fiziksel koşullarını göremediğimiz, çektikleri eziyeti bilemediğimiz call center çalışanları hariç) müşteri temsilcilerine çemkirme" demesin. Sonuçta kapitalizm karanlığıyla hepimizi esir almış, bütün bankalar soyguncu, bütün emeriken firmaları işgalci, bütün ilaç firmaları katil olabilir; onların gemi azıya almasına sebep sizsiniz. Bu suskunluğunuz, vurdumduymazlığınız, bana dokunamayan yılan ne halt yerse yesinciliğiniz, pisliğe batırıldığınız halde tüm bu şükürcü anlayışınız yüzünden artık insanlıktan da ESER KALMADI. Varsa bir adli ve adil bir tıbbınız, belki eser miktarda azot bulabilirsiniz, ardında bıraktığınız kokuyu temsilen...
Görsel çalışma: Ozan Ayıtkan

5 Temmuz 2012 Perşembe

letter to my older self

My dear older self,

It will be too late to regret anything in your life when you're gonna read this letter. Now you're luckly reading it may be earlier than it is supposed to be, and I'm telling you that it is already too late. Being noticed about this fact now, I highly recommend you to go back in time and slap your dear younger self's face and warn her about something you really care, something you have missed already or somebody you have loved, possibly still love. Shake her mind as I did it for you now. Be honest and tell her the truth. It's all gone with the wind. It's a one way ticket. Tell her that she shouldn't miss it... Tell her that life's worth living...

60lı yaşlarınızı sürdüğünüz günlerden birinde böyle bir mektup bulsanız eski bir kitabın sayfaları arasında, ne yapardınız? Muhtemelen artık yapacak bir şey kalmamıştır. Hani şu kansere dikkat çekmek için sevgili 16 yaşımdaki ben diye başlayan, bir grup insanın kendi 16 yaşları üzerinden çağın gençlerine mesaj verme kaygısı güden videoda olduğu gibi. Kendiniz için yapacak bir şeyiniz olmadığını anladığınızda yapabileceğiniz en güzel şey, bugünün gençlerine do's and don'ts in life minvalinde öğütler vermektir. Bence yanlış. Kendi adınıza. Bence eksikli, onlar için. Öğütleri kimse dinlemiyor. Rol modeli herkes takip ediyor. Trend bu. Yaparak gösterin o zaman. İşte bugünkü benin 60'ındaki benden istediği şey bu. O gün gelip kitabın arasında o mektubu bulduğumda, elimde kalanın benden genç olanlara yapın yapmayın diye öğütler vermek yerine (buna kendi younger self halim de dahil), bütün bir yaşanmışlığımı örnek olarak ortaya koymak olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden 60larıma geldiğimde "what is next" diye etrafına sorup duran bir deli olacağımdan benim olduğum kadar emin olabilirsiniz. This is what I want. No regrets...

Ara sıra bazı bazı çoğumuzun yapmak isteyip de çok azımızın yaptığı bir şeyden, bazı şeylerden, bazı tuhaf şeylerden bahsediyorum. Bucket list gibi mesela. Bir cafede arkadaşlarımızla takılırken lafını ettiğimiz "yapmak lazım"ların listesi. Boşversene. Gerçekten yaşıyor olmak için henüz yapamadıklarınızın bir listesini çıkarmak saçma geliyor. Bence bir bucket listte bulunan "bungee jumping when you're drunk" ya da "walking down the street with a sexy underwear" türünden hiçbir çılgınlık, hayatınızın iplerini elinize alarak bundan sonra yalnızca istediğiniz gibi yaşamak türünden bir çılgınlığın eline su dökemez. Bence bırakın tüm o liste başı işleri, en tepeye bunu yazın. Sonra oturun dear older self'inize bir mektup yazın. Şöyle olabilir mesela.

My dear older self,

Now you are sitting there, reading my letter from years back, possibly the first thing you feel that you are thankful to me for all I did, all those risky, novel, freaky or whatever things throughout my life. Yes, you should be, we did it together. It was so much hard, you know, to be that brave to stop any routine and moderate track of my days. It was really hard, you know, to stand against all others who do not understand the change. Thanks to all those too for sometimes recognizing me as weird or selfish or mean whatever. I understand them, it does not mean that I accept. As I have said years ago, it's a one way ticket and life's worth living. So here we are. No regrets, do you remember?

23 Haziran 2012 Cumartesi

yatılı senfoni

yatılı okulun en güzel yanı, aslında hiçbir güzel yanı yokken gündüzlülerin siz akşamları bir arada kalırken onların kös kös evlerine gidip yapayalıncak yaşayacak olmalarından doğan "lan bunlar kimbilir negzl eğleniyolardır geceleri" minvalindeki kıskançlıklarının öznesi olmanızdır. kuraldır, bazıları hariç genel olarak yatılı okulda gece yaşananlar gündüz anlatılmaz, uğursuzluktur.

yatılı okulun en güzel yanı, aslında, hiçbir güzel yanı yokken yıllar sonra hatırladığınızda sizi gülümsetebilmesidir. yatılı okulun en güzel yanı, yaşarken değil, yıllar sonra anlatırken önemli bir durum haline gelmesidir. sır bu yüzdendir.

hayatımın en güzel yıllarını önce hapishane modeli bir yatılı okulda, sonra yarı açık cezaevi tadındaki kız yurdunda geçirdim. böyle diyerek gündüzlü olmanın hissiyatına varın diye, bir miktar empati kurmaya çalışıyorum o kadar. yoksa illa yatılı okumanın şu yanı iyi bu yanı kötü diye bir yorumda bulunmanın anlamlı olduğunu, daha bu yazıya başlarken bile, düşünmüyorum. asıl amacım size nurdan'ı anlatmaktı.

nurdan bizden önceki dönemin öğrencisiydi. naifti. hah, onun hakkında hatırladığım tek şey etliye sütlüye karışmayan naif bir insan olduğu. çok büyük bir hırsla bilim adamı olacağız hayaliyle okuduğumuz ve eğitildiğimiz için, içimizden birinin "ben PRcı olcem bacım" deme lüksü bulunmadığından, hepimiz ya doktor ya mühendis olacağımıza inanmış, günün çoğunu beyaz laboratuvar önlüğüyle geçiren (ciddiyim), kurbağa kesmekle böcek ezmek arasında kararsızlığını atomun kararsızlığında tartabilen, gözleri parlak yaratıklardık. ben son yıl balatayı sıyırmak suretiyle iktisadi bilimlere kaydım o ayrı, buna takılmayın zaten blogun hiçbir yerinde normal olduğum yazmıyor. konumuza dönelim. nurdan...

nurdan naifti. şimdi ne oldu doktor mu mühendis mi yoksa belki de bir kır kasabasında çocukları ve sevimli eşiyle Halikarnas Balıkçısı'nın öykülerindeki kahramanlardan biri olmuştur, o yıllardaki nurdanı düşündükçe ben ona en çok bu sonuncusunu yakıştırırım. ne yani, bir beyaz yakalı olmuştur ve büyükşehirde büsbüyük dertlerin altında eziliyordur diye mi hayal etseydim kızcağızı? neyse dönelim eskilere. nurdan...

haftasonları zor geçerdi. gündüzlü ve evciler (terimler için beni yormayın anam, google is there) cuma akşamı kapanış töreninden sonra evlerine dağılınca, biz yatılıların yıllar sonra itiraf edilecek ve o zamanlarda gündüzlülerce bilinmeyen karanlık saatleri başlardı. ana babadan ayrısın bacım, cebinde bütçe belli, istanbul derya, napıcan da über eğlenicen ki? zaten verdikleri onca ödev, çözülecek tripıl integral ve kuantum sıçramalı evrimbilim, te'allam! bir de şu perşembe labda bağırsakla yaptığımız ozmoz deneyinin raporu var kahırbela! bir Kadıköy'e gidip gelmek bile yıllık izne çıkmış memur etkisi yaratırdı üstümüzde. en kötüsü de hadi diyelim biraz eğlendin (ne anlatcam olm süperdi işte lan lise yılları!) ama o pazar gecesi yok mu...

pazar geceleri bir yatılının hayatındaki en zor gecedir. çalışanların nasıl ki pazartesi sendromları var, yatılıların da pazar sendromu var, net. akşam 5 gibi başlar kriz. evciler dönmeye başlamıştır yavaştan. ödevler raporlar sıkıştırmaktadır. lan dün kötü geçirilmiştir, daha iyi değerlendirilebilinirdirdir. bir yandan neden en kötü yemekler pazar akşamı çıkar ki diye düşünedurursun, hoop gece biter yatakhaneye geçilir. evciler araya giren soğukluk gitsin diye evden getirdikleri kurabiye ve meyveleri paylaşırlar, gözlerin dolar, ama alırsın bi'tane, uzanırsın yatağa, yersin. ağlarsın. aman sus be!

pazar gecelerini bir sonraki cuma akşamına bağlayabilecek tek kişi nurdandır. ve sonra pazartesi ve salı ve çarşamba gecelerini de. anlatayım.

her pazar saat on civarı uyumaya zorlanırdık. zorlanırdık çünkü ışıklar küllüm kapanır, ortalık sessizliğe bürünür, zaten okul binası mezarlık yanıdır (bunda da ciddiyim). on beş-yirmi kişi aynı yatakhanede uyuyorsundur, aranızdaki uykucu tipler ve uyuzlar ille ışık kapanır kapanmaz uyuyacaktır, kavga etmek yasaktır. o yüzden "saat on yatağa kon" bir çocuk tekerlemesi değil zorunluluktur... nurdan ışık kapanmasına beş dakika kala, tam yataklarımıza uzanmış hadi artık işkence başlasın mutsuzluğundayken kafalar, "kızlaaar beş sabah daha erken kalkıcaz, yaşasın!" derdi... sonraki gece şunu duyardınız, "kızlaar dört sabah daha erken kalkıcaz, yaşasın!" ve evet, nurdan perşembe gecesi öylesine coşkuyla uyurdu ki mutsuz olmak imkansızdı. "kızlaar bir sabah daha erken kalkıcaz, yaşasın!"

yatılı okulun en güzel yanı, aslında hiçbir güzel yanı yokken gündüzlülerin siz akşamları bir arada kalırken onların kös kös evlerine gidip yapayalıncak yaşayacak olmalarından doğan "lan bunlar kimbilir negzl eğleniyolardır geceleri" minvalindeki kıskançlıklarının öznesi olmanızdır. Bu doğru. Siz yatılı okuldan o yıllarda bi halt anlamaz, sonraki birkaç yıl nefretiniz körüklenir, "çocuğum olsa asla yatılı okutmam" derken, aradan geçen yirmi yıllık süreçte gündüzlü olmadığınıza dua eder hale gelecek birşeyler hatırlarsınız. sonra böyle bir gün birilerine "lan aslında yatılı okul öyle süperdi ki" diyesiniz gelir. bir gece yarısı, yıllar önce o kasvetli ortamda sizi güldüren birilerini veya bir olayı hatırlar ve anlatmak isterseniz, benim gibi.

benim gibi sizin de bir nurdanınız oldu mu bilmiyorum. olmadıysa çok yazık. çünkü beni, o yılların hüzünlü, sıkıntılı, gençlik bunalımlı ve hep yastığı biraz nemli ortamında ayakta tutan kişi nurdandı. şimdi nerededir bilmiyorum. ama seni özlüyorum nurdan... çünkü fark ettim ki uzun yıllar çalışma hayatında pazartesi sendromu yaşamayışımı, her pazar gecesi bilinçaltımda "beş sabah daha erken kalkıcam sonra cumartesi yaşasın" diye çınlayan sesine borçluyum...

bu da senin için: miss you

20 Haziran 2012 Çarşamba

bazen kirişi kırman gerekir bebeğim

Bunu ilk yapışım değil. Aslında düşündüm de (sıkça yapıyorum bu aralar, nöronları patlayasıca beynim kızardı bu yüzden), ben buna benzer kiriş kırmaları birkaç defa yapmışım. Hem de daha bebeyken başlamışım yapmaya. Lakin her seferinde kirişi farklı yerlerinden kırdığımdan, bir bakıyorsun her sefer yeni bir sefer gibi geliyor sana. Değil işte. Bu kiriş artık sır tutmaz... O derece yani. Kiriş olmadan da duruyor yapılar. Hiç!Bir baktım, kütüphaneyi baştan ayağa indirmişim. Yerlerde sürünüyor felsefe, tarih, ruhbilim, o da ne! Yemek kitabım bile var üstüme iyilik sağlık (işte bu yüzden kirişi kırmak güzeldir. Bazen nasıl bir kadın olmadığımı bir kez daha hatırlatmam gerekiyor bu deliye!)

Çok küçüktüm hatırlamıyorum, evden bir takım eşyalar, irili ufaklı personal stuff cinsinden, gitti. Gönderildi. Bana ait değillerdi, onundular. Gitmeleri gerekiyordu ve gittiler. Acı veren, göz önünde göz veremi miydiler yoksa geçmiş travmalarımızın sona kalan delilleri mi emin değilim, dedim ya küçüktüm hatırlamıyorum. Neden sonra hatırlarım belki diye nöronları patlayasıca beynimin kıvrıkları arasına sakladım. Arada çıkarıp seviyorum onları, ciciiiş!

Derken lise yıllarının bir türlü herkes kadar sıradan geçirilemeyen gençlik bunalımına girdiğim bir andı, ne kadar hatıratım, günlüğüm, kağıdım, papirüsüm varsa hepsini okulun kazanında yaktım. Kiminde sivilce çıkar, ben soğukkanlı bir biçimde kucağımda koca bir poşet, gittim görevliye, aç dedim kazan dairesini. O kadar ki kazandan sorumlu devletimin bakanı genç hademe arkadaş siyah gözlerini iri açarak ve dolu dolu, sanki yaktığım kendi iç dünyasıymışcasına (bayılırım bu tür edebiyata) burun çekiştirerek "neden yakıyon ki" dedi. Hiç! İnsan geçmişini yakar mı? Ben yaktım. Böyle öğrenmişim çünkü. Demek ki bir şey sana acı veriyorsa sepetleyeceksindi gitsin. Onlar gönderdi, ben yaktım...

Derken büyüdüm. Siz ne kadar büyüdünüz o tarihlerde bilemem, ben çok büyüdüm. Bazı kızlar erken serpilir ya işte benimkisi ruhendi. Bedenim kısılıp kalırken içim büyüdü büyüdü, patladım. Fazla geldim bedenime. Delice şeyler yaptım. Bazılarını hatırlamak bile istemem. Bazılarını her sabah kendime hatırlatmak zorunda olduğum anlar var.
Mesela siz, geçmiş yıllarınızdan eşyalara sahip misiniz? Ben değilim. Varsa ufak tefek, memleketteki evdedir. Annemin ısrarıyla kalmışlardır. Ya da belki benim bir kriz anımdır, "kalacak bu! Yakarım bu gezegeni!" demişimdir de öyle kalmıştır. Çok değil birkaç ay sonra giderim, bir kiriş de orada kırarım, hiç! Şu an yaşadığım evde de bilmem kaç yıldır benle dolanıp duran eşya bok püsür sadece ailem istediğinden, ben kırılganlığı sevmediğimden. Yoksa...

Kişisel eşya saklamayı sevmem. Biriyle paylaşmayı sevmem. Herhangi birinize eski zamandan bir eşya, anı veya kağıt parçası vb göstermişsem bilin ki onların henüz sırası gelmemiştir, bilin ki onlar hatıralarım değil travmalarımdır. Uzun uzun kendimi anlatacağıma iki eşya gösterip anlamanızı beklerim. Beynimdeki patlayasıca nöronlar için onların son kaçış tarihi henüz gelmemiştir demek istedim. Bazı şeyleri silmek çok zor oluyor sonra. Ama fotoğraf saklarım. Acıların kanıtı olmayan fotoğraf demek istedim. Sorunlu olanların sonu çoktan gelmiştir. Bana bakınca beni, o tarihte geçirdiğim travmatik durumları hatırlatmayan tüm fotoğrafları saklarım. Çünkü biliyorum, bütün delilleri yok etsek de beynimizden kendimizi silemiyoruz. Görüntüleri silerek sadece sizden saklıyoruz. İşte bütün kütüphaneyi indirmişken bir tane fotoğraf kitapların arasından sıyrılıp düştü.

Ben bunu nasıl unutmuşum!
Fotoğrafa baktığım ana kadar sadece 100 civarında kitabı ayırmış, kalanlarla bir türlü vedalaşamamıştım. Yeter sanıyordum. Fotoğraf çok değil birkaç yıl önce çekilmiş, ben çekmedim belli, içindeyim çünkü. Öyle salak salak kendime bakıyorum. Olmak istediğim bir mekanda ama olmak istemediğim bir kıyafetle, asla kabullenemeyeceğim bir başkasının bakışlarına sahip bir şekilde, öyle oturuyorum konuk masasında. Hatırladım. Hayatımı alt üst eden o dönemi geride bıraktığım ilk üç ayın sonunda çekilmişti. Ondan birkaç ay sonra da ne kadar kitap varsa kütüphanemde, birkaç bavula doldurup bırakmıştım bir derneğe. Yani demem o ki, ilk kırışım değil kirişi. Sonra eşyalarımı toplamış bir dolusunu dağıtmış, bir halı bir televizyondu sanırım, az buçukla bir başka eve taşınarak geçmişimi temize havale etmiştim. Yaptım bunu! Yine yapmanın zamanı gelmişti işte. Neden 100 kitapla yetinecektim ki?

Hatırladıkça rahatladım... Sonra bir telefon görüşmesi yaptım. Beklemediğim bir görüşme, yani bekliyorum çünkü ben aradım çünkü dostumun doğumgünü ama hiç beklemediğim bir içerikle, ağladım bir de! Sonra bir görüşme daha. Bunu bekliyordum. İçerik her zamanki gibi şaşırttı beni. Konuşmanın karşı tarafı kendinden o kadar emin ki! Bazen bu görüşmeler hiç bitmesin istiyorum. Sanki telefon kapanırsa nefes almayı bırakacağım...

İlk görüşmenin karşı tarafı, yıllarca üstünde tepinilmiş güven duygumun, onu salıverince geri geleceğini söyledi. Güvenmeyi bırakırsam değil, güvenme ihtiyacı duymazsam... Bunu ikinci görüşmenin karşı tarafı da bir süre önce farklı şekilde söylemişti (O, daha çok, "bunları düşünmeyi bırak, pek kullanmadığın bir sözü kullanmanı öneriyorum, Fuck them all! Bir kez söyle, bırak gitsin" gibi bir cümle sarf etmişti. Bugün denedim, oldu. Check this out at the end of the text)

İlk görüşmenin karşı tarafı benim gibiydi, daha umutsuz görünse de benden hep daha güçlü olmayı başarıyordu. Bazen birbirimize bakarak ayakta kaldığımızı düşünüyorum. Onu dinledim. Birkaç gündür güven duygumu sınayan patlayasıca nöronlarımı serbest bıraktım. Bir film repliğini hatırladım o an, "insanlara inanmak zorunda değilsin ama güvenmek zorundasın" Bu lafın üstüne düşündüm (artık eminsiniz, evet o kadar yapıyorum ki bunu, nöronlarım gri değil kırmızı...) Şimdi inanmakla güvenmek arasındaki farklar üzerine nutuk çekecek değilim. Bilgilendirici değil ilgilendirici bir yazı nihayetinde. Ama güvenmek denen şeyin, sonunda yangın da çıksa, dünya tepetaklak da olsa, kısa veya uzun bir zaman diliminde, yani anı yaşadığında, ne kadar güzel bir duygu olduğunu unutmuşum. Hatırlamak ne kadar korkutsa da bunu sevdim.

İki görüşme de birbirine benziyordu. İkisi de aynı şeyi söylüyordu birbirinden habersiz. Leave it as it is, enjoy the moment... Biraz sen adım atarsın biraz dünya. Biraz sen bırak gitsin, biraz dünya... Ne olabilirdi ki? Sonra elimde ne varsa bıraktım. Bütün kaslarımı bıraktım. Bütün nöronlar boşlukta öyle titreyerek dönmeye başladı. Sting açtım, Moonlight ve bir Englishman In New York patlattım. Gözümün önündeki görüntü kırmızıdan griye dönmeye başlayınca durdum. Sonra mı?

Siz bu yazıyı okurken ben 4x4 göz kütüphanemde geriye kalan 50 kadar kitabım (onların da günü gelecek!) ve meçhule gitmeyi bekleyen son yedi yıllık birikimimin sığdığı 3 bavulla birlikte... ve bırakınız sonrasında ne yaptığım artık bana kalsın.

Siz bu yazıyı okurken ben yıllardır ara sıra yaptığım şeyi yaptım. Daha şiddetli yaptım. Hafta boyunca da yapmayı sürdürmem gerekecek, ancak temizlenir bu seferki kirişin artıkları.

Veda kısmından hoşlanmıyorum, bu yüzden kibarca gidin, (before I kick your ass!) kapıyı şu şarkı eşliğinde kapatın: To All Who Didn't Get It Yet!

1 Haziran 2012 Cuma

Herkesin çok meşgul olduğu bir an vardır

Bankacılıkta internetten faturanı yatır furyasının ilk patladığı zamandı. Reklamda, büyükbaba torunuyla sabah kahvaltısından kalkar, torunu aceleyle eşyalarını alır, haydi ben okula deyip kapıdan çıkar. Dede de arkasından... Eşi der "beey bey sen nereye?" (Emekli adamsın ne işin olur kahvaltıdan sonra sokaklarda, öyle ya?!?) Dede, "faturalar var" der. "Daha bankaya gideceğim, su faturasını yatıracağım, oradan elektrik idaresine oradan telefon faturasını yatıracağım, cağım cağım" diyerek çıkar kapıdan. Evin genç anne babası mesaili çalıştıklarından bu türden eften ve püften gündüz işleri hep dedelere kalmaktadır, yazıktır, ey bankacılık buna bir çözüm bulsundur.

Derken dedeyi kahvehanede görürüz, muhtemelen pişbirik oynamaktadır (tek aylaklık oyunu oymuş gibi! Hah, ne dedeler biliyorum briç ustasıdır oysa). "Eee nası kandırdın da çıktın evden" der kurnaz yaşdaşlarından biri. Güler dede... Sahne bir gece öncesini gösterir, dede elinde faturalar, bir halt anlamadığı gavur icadı bilgisayarın başında torunuyla şıppadanak yatırmıştır faturaları (toruna bak! tüm şifreleri bilir, dedesinin banka hesabına hekır gibi girebilmektedir, aferindir o yılların torunlarına - ki onlar bugün belki de sevgili RedHack ekibinden biridir mi nedir? Emin olun değildir, çok olsa bir üniversitede işletme okumakta ve siiiiiooo olacağı günün pilavını yapmaktadır). Fatura işi şıppadanak halloluncaaaaa gelsin pişbirik! Oooh dede hayat sana güzel der slogan. Yok öyle demez de işte internetten fatura yatır bacım çokhgüsel oluyi gibisinden sallar sloganı. Banka kazanır, torun kazanır (elbet aldı rüşvetini, durur mu tospa!) anne baba kazanır tüm dünya kazanır! Oldu cicim! O başka reklamdı neyse, başka bahara irdeleriz.

İşte oturmuş otuzküsür yılın hesabını yapmayı bıraktığımın otuzküsürüncü yılının son dakikalarında bu reklam aklıma geldi. Herkesin çok meşgul olduğu anlar vardı. O yüzdendi bir türlü bir araya gelemeyişler. Ama belki de bu reklamdaki gibi herkesin çok meşgul olduğu o anlar için bir B-pilavı vardı. Belki de herkes fatura yatıracağını söylediği saatlerde kahvehanede pişbirik oynarken yakalanacaktı.


Niye anlattım tüm bunları?


Herkesin meşgul olduğu bir an vardır. İşte o anı kazara veya özel çabayla arar bulursanız, size kalan yalnızlık değildir. Emin olun, yalnız olduğunuzu sandığınız o en "herkesin meşgul olduğu anda" bile elinde "önceden hazırlanmış" C-pilavıyla karşınıza dikiliveren biri, bulunabilir. Yeterince ararsan bulursun bence, derim ve çekilirim. Ben arıyorum. Yeterince oldu mu henüz karar veremedim. Ama arıyor olmam bile yeterince iyi bir sebep şu saatte mutlu mesut şu şarkıyı dinliyor olmam için...


Kendime, otuzküsürüncü yılımda, armağan olsun.

31 Mayıs 2012 Perşembe

Söyleyecek hiçbir şeyim yok mu?

Bugün size söyleyecek tek kelime bulamadım. İnanın, düşündüm. Gerçekten, vakit ayırdım, kütleye ne demem lazım bu şahsıma münhasıran günde diye.
Bulamadım.
Ama bak ne buldum: burada
Siz bunun anlamı üzerine düşünürken ben de kendime ısmarladığım anne yapımı mantı, arkadaşımın annesi ve babası, iş ortağımla birlikte yapacağımız overseas Skype meeting ile işbu 38. doğumgünümü kutlamaktayım.
Ne sanıyordunuz? Boğaz Köprüsü'nde lazer ışıklı kutlama mı? İzmir'deyim ya ben, ne işim olur oralarnan?
Bir de... Las Vegas'ta konserlerle kutladığımız muhteşem otuzuncu yaşgünüm anısına, bir NewYorker klasiği:
bunu da izleyin. Tamam şimdi aynı kafadayız: burada
Bayın.

27 Mayıs 2012 Pazar

Kırılgan ama buzda yol tutuşu iyi kalpler için

Saati kur.
Sabah 9'da ayaktasın.
Janti eşofmanlarını ve cicil bicili spor ayakkabılarını giy.
Anorak yeleğini unutma, rüzgarlıdır İzmir sahili sabah sabah, terlersen üşütürsün.
Cebine bozukluklarını at.
No telefon. Eve not bırak. Annen merak etmesin.
Çık şimdi evden!
İleride simitçi kahveci gazozcu var. Oradan bir simit al. Isıra ısıra sahile in.
Yürü.
Fotoğraf makineni de al belki. Hani bir taşla iki kuş. Manzara çekersin, manzaranın derdini çekersin.
Pazar pazar düşündüğün şeye bak! Sıyrıl artık şu kafadan!
Sen iyisi mi seni mutlu eden şeyi düşün. Sana söylediği şeyi düşün.
Evet o. Hatırladın.
Sus o zaman.


Kendimi dinlediğim anlar daha mutluyum. Şimdi uyumaya gidiyorum. 5 saat sonra kalkmam lazım. Size de şunu bırakıyorum, ben gelene kadar gözünüz gibi bakın. Döndüğümde sizden devralıp devam edeceğim buradan.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

For the next 30 days...

Önümüzdeki 30 gün boyunca yepyeni bir şey yapın diyor adam. Roman yazın, her gün bir fotoğraf çekin, her gün işe bisikletle gidin, ya da yürüyerek. 30 gün boyunca daha önce yapmadığınız, yapamadığınız ama yapmak için içinizi kemirdiğiniz bir şey yapın diyor adam. Göreceksiniz etrafınızdan akıp giden hayatın nasıl değiştiğini. Hayır, değişen etrafınızdaki hayat değil. O yine aynı. Sizsiniz değişen. 30 gün boyunca bunu yapmaya, benim gibi, dayanamayacak içsıkıntısal düzenli bir bunalımda değilseniz, deneyin.

Düşünüyorum. Bir kitabı okurken sonuna kadar dayanamadığımdan mıdır önce sonunu okuyuşum, yoksa merakımdan mıdır, bunca yıl çözebilmiş değilim.

Düşünüyorum. 30 gün boyunca tekrar tekrar yapabileceğim şey ne olabilir? Böyle heyecanlı ve bir sonraki gün de devam edebileceğim kadar rutinden uzak şey ne olabilir?

Diyor ki bir başka adam, hobimi bir kenara koydum birkaç gündür, hobimi kenara itip bir başka işle uğraşmaya başladım hobi gibi. Bana hobi gibi geldi bu yeni iş, diyor. Belki de her gün yapmak zorunda olduğun ama zorundalık saymadığın bir başka şey, hobin oluveriyor. Ben de öyle miyim?

Gitar çalmayı, bisiklete binmeyi, araba sürmeyi, pikniğe gitmeyi, bunların hepsini eğlencelik işler sınıfına atıp, hobime odaklanmalıyım. Hobim. Ben otuz yılı aşkındır hobi edinememiş bir insanım. Sıkıntıdan, maymun iştahlılıktan, belki de gerçekten hobim olacak kadar güzel bir şeyler keşfedemediğimden. Beğenemediğimden hiçbir şeyi, hobi olarak. Hobi dediğin sevilmeli çünkü. İş sevilmez, sevilmeyebilir. Öyle mi? Oysa yapacağın her şeyi önce sevmek zorundasın. Sevmeden aynı yatağa girebiliyor musun? Sevmeden bir lokma yemek yiyebiliyor musun? Yapıyorsan kendine haksızlık ediyorsun. Ben etmem. Haksızlığa tahammülsüz olduğumdan değil sadece, kendimi sevdiğimden en çok. Demek ki sevgi eksikliğinden hobisizliğim. Kendimden başka bir şeyi sevebilmeyi de öğrenmem gerekiyor.

Merak. İşte bu noktada içimi kemirenin bir an önce bitsin sıkıntısı değil, kocaman bir merak olduğunu biliyorum. Şimdi her şeyi elimin tersiyle bir kenara itip hobi niyetine seçtiğim o her neyse ona odaklanma vakti, biliyorum.

İnsanın hobisinden iş çıkarması, işini hobi gibi yapması, hobisinden para kazanması... Tartışılır şeyler. Bir hobiden para kazanmaya çalışmak saçmalık. Ama para kazandıran şeyin hobi gibi olması ya da hobinizin birden bire para kazandırmaya başlaması güzel bir şey...

Şimdi biraz detox, biraz Pilates, bir de şunu okuyun. Benim gibi hissedeceksiniz eminim.


20 Şubat 2012 Pazartesi

Fibonacci amcaya saygıyla...

Matematiğin temelleri, sabit sayı, mutlak değer, logaritma, limit türev ve integral kardeşler... absolute convergence... ya bi git! Beynimdeki duraklamanın Lale Devri'ni atlayarak devrimsel bir bağlama garkolması amacıyla yola çıktım. Hadi size iyi günner!
http://www.maths.surrey.ac.uk/hosted-sites/R.Knott/Fibonacci/fib.html