21 Haziran 2010 Pazartesi

yok

Bir zamandır üstümde bir ağırlık duygusuydun. Çıkarıp atmaya korktuğum bir giysi, eksik gedik yamalı bohçası yaşamımın. Sana söylemek istediğim binlerce duygudan biriydin, hiç kimseye anlatmadığım bir masaldın, belki de her seferinde anlatıp elim böğrümde, kendime yegane bir histin. Adın yoktu. Sen o addın. Bugünü yarına devirsem, yarını öbür güne, birbiri ardına eklesem, yine sen çıkardın. Adın yoktu. Zaten bu saatten sonra sen varsan bir ada gerek de yoktu… Söyleyebileceğim binlerce şey arasında, söylemek istediklerimin tam ortasında duruyordun. Susmak en iyisiydi… Sustum.

13 Haziran 2010 Pazar

Psikopatolojik bir durum analizi (roman alıntısı)

BİR UÇURUMUN KENARINDA DURUP ÖYLE BİR BAKIŞ ATTIM Kİ SANA HAYAT!!!
Beni yerleyeksan edebilecek kadar pervasız bir hayatın içinde, gözümden akan yaşları silemeyecek kadar vakitsizce gelen bir ilk çığlıkta karşıma çıkan bir pisliksin sen hayat. Hiç gülmeyecekmiş gibi bakan çocukluk fotoğrafımdan alıntımsın, ve böyle gelmişsin böyle gideceksin.
Sana inanmıyorum hayat. Boşlukta sallanan ilmeğe bakarak son bir sigara içen idamlığın aklından geçebilecek son kare kadar kısasın. Ben seni çeke çeke uzatırım belki ama eskimiş sünmüş bir lastik kadar da kopuk olacaksın o zaman. Ne zaman kopacaksın?
Hiçbir derde deva olmayacak sana söyleyeceğim ağır laflar. Küfür bile etsem koca kadın başıma, gülüp geçecek kadar yüzsüzsün. Hayır bu böyle olmayacak...
Seni kesip biçip yeniden dikebilecek kadar kör bir terzi olmak isterdim. Kimin kafasını kimin bedenine diktiğini, üstündeki yamalı elbisenin kokusundan anlayabilecek kadar köpek burunluyum halbuki. Ama sen, kopa kopa iler tutar yanı kalmamış eski bir mektup kağıdı gibi erimeye hazırsın. İğne iplik elimde nöbete dursam ne olacak ki?
Kusmak istiyorum. Öyle ki; dünyayı yaratan aslında bir ineğin kusmuğudur diye rivayetler üstü yapılan geyik muhabbetlerinde, ağız dolusu tükürmek istiyorum seni. Ve sana kocaman koskocaman çığlığımla haykırmak; aptalsın sen!
Kendime verdiğim geçici bir rahatsızlıksın üstelik. Bütün diyeceğim bu demek istedim ama bak aklıma ne geldi! Yıllardan aralık, günlerden bir alacakaranlık...
İki yıl önce yazdığım mektubu yazdım sana yine. Kolaj bir insanım artık ben de!

Beşyüzyerindendelinmişolsadahayat...2005

“Uzun bir zaman sonunda gözlerini açtı. Doğruldu. Burası, bıraktığı yer değildi. Bir yokoluştan geliyorum dedi. Kalktı. Aynaya baktı. Yeniden varolmak lazım... Bir yerlerden yıkmak lazım köprüleri. Ortasından dinamitle patlatmak lazım... Annesini aradı. Özlemedim dedi. Özlemedim ki... Ağladı. Sonra neye ağladığını sordu. Cevap veremedi. Tamam. Bitti...
Önce giysilerimi yıkadım. Hepsini. Ütüledim. Bütün zehirleri yaktım. Dışarı çıktım. Muffin aldım. Ipod aldım. Cafcaflı renklerde ayakkabılar aldım. Bütün mağazalara girip çıktım. Onlar gibiydim. Tuhaftım ama insandım... Neden kentin girişinde Özgürlük Heykeli var anladım...
Amerikanlaşmaya giden yolda adım adım ilerliyorum. Acaba laştyiiiier desem mi arada...? Asansörde inatla giriş kat düğmesini itekleyenlerle arkadaş olmalıyım. Bozuk dille konuşmalı, onlar gibi en az bir Yankee maçında gooooo Yankieee diye haykırmalıyım. Elimde popcorn olmalı sinemada, ağlanacak filmime gülmeliyim. Bana hangisi yakışırdı..?
Birden okuduğu kitabı bir kenara fırlattı. Çalan telefonu mesaja attı. Kahve makinasındaki tüm kahveyi mataraya boşalttı. En dökülen kıyafetini giydi. Saçlarını topladı, şapkasını taktı ve sokağa fırladı... Hayat benim! Bratt saçlarını sarıya boyatmıştı. Devir değişim devri miydi? Bakalım...
Günlük gazetelerden kuponlar topladım, bütün konserlere bedava biletleri buldum. Planlar yaptım. Şehrin altını üstüne getireceğim, kararlıydım. İlk, alışverişle başladım. İndirimde kimsenin dönüp bakmadığı bir etek buldum, ofiste trend oldu iki günde. Türkiye'de olamayacak kadar çılgın bandanalar buldum, beni İtalyan sananlar var. Şapkalarımı çıkardım dolaptaki kutularından. Şirinlik muskasını astım boynuma. Sokaktaki sergiden küpe aldım herkes gibi. Her sabah metroya, elimde kahve ve gazete ile bindim, herkes gibi. Ve yine onlar gibi ilgisizdim. If you see something, say something... Sustum. Her şeyi biliyordum oysa ki...
Metropolitan Museum Of Art (Met), güzel bir yer. Büyük olması bir yana, kaybedersin kendini içeride. Ağladım. Ben o heykellerden biri olabilirdim. Benim de resmimi yapabilirlerdi. O zaman duvarda asılı eski bir yüz olacaktım. Ama şimdi bütün yüzler benim.
Kılıçlar gördüm. Binlerce insanı geçirmişti hayattan öteki diyara. Güldüm. Benim kadar güzel kesebilir miydi bir metal? Kendimi törpüledim ben... Şimdi kaç meydan savaşı var sırada..?
Yemek pişirmeyi bıraktım. Bireysel trendlerden ibaret mikrodalga menülerim var artık. Nefes aldım. Altı ülkeyi karıştırdım, milletlerarası bir kahve yaptım. Ömrümü demledim biraz içinde, biraz geçmişten izler kattım. Yüzümden kurtuldum önce, bakışlarımı bir çingeneye sattım. İstanbul'u çıkardım üstümden yeni bir New York giydim... Keşfimin sonunda gördüğüm manzaranın digital kopyasını çıkardım. Üzerine biraz Photoshopla kendimi giydim. Üstümdeki beni çıkardım, yeni bir ben giydim. Çıplaklıktan sıkıldım. En güzel halimi giydim...
Televizyon seyrettim. Herkes gibi Desperate Housewife oldum ben de. Ağladım. Aynadaki beyazlarıma değil, yerden topladığım yıllarıma ağladım... Duvara iki pano astım. Birine yaptıklarımı koydum diğerine yapacaklarımı. Gelecek zaman fiiline uygun adım marş dedim.
Sokakta bir bebek gördüm. Bana gülümsedi. Ben de ona gülümsedim. Annesi baktı bana. Bana baktı... Anne dedim. Anlamadı. Yürüdüm. Bir anne gibi yürüdüm. Babam geldi aklıma. Resmini odama astım. Bak dedim. Burası Amerika. Şimdi bizimkiler uykuda.
Kararlar aldım, kararlar verdim. Teraziyi boşalttım, kefeleri değiştirdim. Aldıklarımı verdiklerime bağışladım. Kendimi bağışladım. Boşa koydum, doldu. Doluya koydum, aldı. Vatan sağolsun dedim. Sağdım...
Özlemek istedim. Biraz daha özleyince dibi tutar sandım. Nadasa bıraktım. Belki ekim zamanı bir Aralık sancısıyla doğururum özlemlerimi dedim. Doğdum...
Bir Vegas sabahında altın madenlerinin içinde gördüm hayalet dedikleri ruhumu. Hasretimden prangalar eskittim. Bırakıp sarı kokusuyla kelepçelerimi, aslıma döndüm.
Bir New York sabahında parkın ortasındaki havuza para attım. Meydandaki Washington'dan kendimi diledim. Havuz taştı. Ben taştım. Gülümsedim. Otuziki kare fotoğraftan ibaret anılarımı binlerce piksele böldüm. Her bir parçasını dağıttım kente. Bir adam kemanıyla serenad yaptı oradan geçenlere. Bir şarkı da kendime armağan ettim. Nasıl olsa bütün kemanlar bana aşıktı ya da ben aşkın kendisiydim...
Günlüğümü aldım. Bir başka sayfa açtım. Beşyüz yerinden delinmiş olsa da hayat, kendimi seviyorum dedim...
İlk cümlemdi benim.
Bir an çıkageldi. Yeter dedim. Kustum. Çıkanlar beni şaşırtmadı. Ne de olsa bendeki kılıç en keskin olandı. Kestim. Acıtıncaya kadar kestim. Kan akmadı. Anladım...”

Huzur bozan Zincirbozan... (2008)

12 Eylül Darbesi hakkında söylenecek sözün kalmadığı noktada devreye giren bir devlet sözü, Zincirbozan. Sanki darbe toplumdan ayrı, kapalı kapılar ardında yaşanmış da şimdi birileri çıkıp büyük bir cesaret örneği göstererek bugüne kadar gün yüzüne çıkmamış gizli gerçeklerden bahsedecekmiş gibi reklam edilen ve pazarlanan filmin sahip olduğu hatalardan çok, burjuva egemen ideolojinin ihtiyacı olan yeniden üretim fonksiyonunu yerine getirme yetisi ve filmin içinde bu savı destekleyen noktalar üzerinde durmak istiyorum.
Ancak önce iki temel noktanın; bu filmin bütününde vermeye çalıştığı mesajdan bağımsız olarak yer alan etkili bir toplumsal mesajı barındırışının ve filmi izleyen kitle ile izlemeden künyesine bakanların alması istenen genel geçer mesajının, bugünkü egemen ideolojinin tam da vermek ve korumak istediği mesajlar oluşunun altının çizilmesi gerekiyor. İlki filmde içten içe hissettirilen ABD korkusu, ikincisi ise darbenin eni konu gerekliliği ve 1980 yılı 12 Eylül’üne gelindiğinde ülkeyi harabeye çeviren sağ-sol kavgasının bu yolla bitirilip kötü bütün düşüncelerin temize havale edildiğidir. Arada kaynayan bir grup insan olmuştur (mesela simitçi amcanın o gün sokakta bulunmasından başka hiçbir siyasi veya düşünsel suçu bulunmamakla birlikte, o da militanlarla birlikte yargılanmış, idam kararı verilen insanlarla aynı koğuşta yatmıştır). Ancak, ülke aslında çok daha büyük uçurumların kıyısından, ABD eliyle döndürülmüştür. NATO’ya girmesi veto edilen Yunanistan ile aramızda dinmek bilmeyen kin ve nefreti, ABD, ajanları vasıtasıyla ve TSK’yı zorlamak suretiyle dindirmiştir. NATO’ya iki ülke de kardeş kardeş katılmalı ve büyük ağabey ABD’nin sözünden çıkılmamalıdır.
Zincirbozan’ın uykuya yatırılmış MHPsi
Filmde altı çizilenlerin dışında, bir de üstü çizilip hiç değinilmeyenler var. 70li yıllarda doruğa ulaşmış işçi sınıfı mücadelesinin varlığını, gerek sol gerek sağ hareketin hemen 1980 öncesinde geldiği noktayı hiçe sayan senaryo, salt komplo teorileri bağlamında oluşturulmuş. Senaryonun eleştirilmeden geçilmemesi gereken ve bugüne kadar çeşitli basın organlarındaki sağduyulu yazar çizer tarafından da gündeme getirilmiş noktası; sağda MHP’nin ve ülkücü örgütlenmenin, solda ise devrimci örgütlenmelerin varlıklarının salt kişiler bazında kaldığı ve hiçbir parti veya örgüt oluşumuna dayanmadığı, üstüne üstlük bu sağ ve sol örgütlere bağlı oldukları “hissedilen-hissettirilen” militanların da ABD tarafından güdümlenen birer maşa oldukları savının ortaya atılmasıdır. Filmde nedense parti ve örgüt isimlerinin geçmemesine özellikle dikkat edilmiş ama sol açısından ara sıra birkaç isme gönderme yapılmış. Sağda ise MHP sanki o dönemde kurulmamış bir parti, esamesi bile okunmuyor. Bütün siyasi liderler ortalıkta demeçler verirken Alparslan Türkeş’in adının dahî geçmemesinin hatadan çok daha fazlası olduğu gün gibi açık.
Diziden bozma, fragman tadında
Filmin yönetmeni, “elimizde dizi olmak üzere hazırlanmış bir senaryo vardı, sonra bunu filme dönüştürürken pekçok sahneyi kırpmak zorunda kaldık” benzeri bir açıklama yaparak kendini aklamaya çalışıyor (Birgün gazetesi röportajından). Senaristinin ise eski bir MHPli oluşu göz ardı edilirse belki bu numara tutabilir. Nasıl ki sinema filmlerinin fragmanlarında, seçilmiş sahnelerin merak hissi uyandıracak şekilde bir sıralaması gözetiliyorsa, burada da yönetmen, ellerindeki uzun metrajlı dizi senaryosunun bir filmin fragmanı etkisi yarattığını kabul ve iddia ediyor. Kaldı ki Zincirbozan’ın belgesel tadındaki sahneleri arasındaki kopukluklara bakılırsa bu film, aslının fragmanı gibi duruyor.
Bir replikte “reis”in ülkü ocakları da kim oluyor? Ben çok daha sağlam bir destekten bahsediyorum şeklindeki yorumu o günkü deyişle bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz anlayışının destekçisi olup dönemin sağa, özellikle de ülkücülere mal edilen bütün cinayet ve saldırılarının aslında dış mihraklara tâbi olduğunu iddia ediyor. Solcuların repliklerindeki basitlik, örgüt içi hesaplaşmalara yapılan göndermeler, kadın militanların örgüt liderlerine peşkeş çekilme imaları... Böylece bir yandan solun ve mücadelenin altı boşaltılırken diğer yandan milliyetçiliğin o günkü yapısında parti ile sokaktaki ülkücü gençlik ayrımı yapılarak bugünkü MHP de aklanmaya çalışılıyor.
Dönemin solu ise ancak birkaç suikaste imza atan ve işleri bitince de hücre evlerinde kurşuna dizilen “kandırılmış” militanlardan ibaret. Baskınlardan kaçan bir miktar da darağacında son nefesini verirken, biz gençlerden, o dönemde atılan yanlış adımlara bakarak bugün doğruyu bulmamız isteniyor. Arada bir noktayı belirtmeden geçmeyeyim. İdam edilen sağcı militanın suçunun ne olduğu açık değilken, Erdan Eren’in idamında emniyet görevlisini öldürdüğü iddiasının altı çiziliyor. Erdal Eren’in 17 yaşında oluşu ve yaşının büyütülmesi ise çocuk yaştaki oyuncunun ifadesi ile anlatılmış (senaristinin notu). Ayrıca, Erdal Eren’in idam sehpasında boynu kırılsın diye, hücresinden çıkarılırken paltosunun giydirildiği ayrıntısını “özellikle” veren senarist ve yönetmen, bu şekilde “hah bak gördün mü bunu da söyledim” demiş ve günah çıkarmış oluyor.
Senaryonun ne kadar bilinçli bir tercih olduğu, filmin her sahnesinden, kopuk geçişlerden, sol ve sağ örgüt üyelerinin repliklerinde yer alan sığlıktan hemen anlaşılıyor. Hiçbir eylem görüntüsünün kullanılmaması ve suikastlerin sürekli kim oldukları açıklanmayan gizemli adamlarca bir kişiden bir başka kişiye aktarılarak iletilmesi ve sonuçta hep ABDli bir odağa ulaşılması filmin bir diğer mesajıyla birlikte bütün ideolojik arkaplanı temizleyen işlev görüyor. Birkaç idam sahnesinin ve sol örgüt evlerinin basılması olaylarının eklenmesi gibi solun başına gelenlerin örneklenmesi, filmin vermek istediği mesajın üstünü örtemiyor. Dolayısıyla 12 Eylül’de yaşananların gerçekliğinden uzaklaşırken dikkatimizi tamamen başka bir yöne, bugün güncelliğini koruyan başka bir gerçekliğe çekiyor.
Korkuyu beslerken
Zincirbozan filmini eleştirirken tümden karşıma almamın nedeni, bugün güncelliğini koruyan çok daha büyük bir tehlikeye, toplumun akıl tutulmasına neden olan ABD korkusuna işaret ediyor olması. Film bu korkuyu açığa çıkarmıyor, gizliden besliyor.
Sovyetler Birliği’nin dağılışından sonra “korkacak” bir odak bulamayan, kendini yeni tek kutuplu düzende konumlayamama sıkıntısı içindeki burjuvazi kendi adına “süper” bir yol bulmuştu. Emperyalizmin gösterdiği yolda ilerlemek ve “uluslararası terör”den korkmak, bir yandan kitleleri yönlendirmek için, diğer yandan kapitalizmin uluslararası entegrasyonuna eklemlenmek adına daha kolay bir geçiş süreci olacaktı. İşte bu nedenle, biraz da mecburiyetinden, burjuvazi için neoliberal akıl tutulmasını destekleyen her türden üretim “para ediyordu”. Sanat da bu açıdan üretimin paraya dönüştürülebilme sürecinde hem aydın kesimi kıskaca alan hem de toplumları daha hızlı dönüştüren bir alan olarak dikkati çekmeye başladı. Sanat eliyle toplumsal mesajlar daha kolay yayılıyordu.
ABD “ol” deyince
Emperyalizmin gemi azıya aldığı ve toplumsal çürümenin had safhaya ulaştığı bir dönemde 12 Eylül’e dair söz söyleyen filmlerin pıtırcık gibi çoğalmasının, biraz da başlangıçta bahsettiğim yeniden üretim sürecinde işe yarayan aletler olarak, tesadüfî olmadığı görülmektedir. “Babam ve Oğlum” bu anlamda 12 Eylül’e dair söz söylemiş ama sözü başka türlü söylemiş filmlerden biridir. Ellerinde böyle örnekler varken “karşı tarafın” da söyleyecek sözü Zincirbozan’da olduğu gibi, “inanın ki ABD yüzünden” şeklinde cereyan edecektir. Dış mihraklar bizim üzerimizde çeşitli oyunlar oynamaktadır ve bunun için gerekirse ülkedeki hazır örgütlenmeleri istedikleri gibi kullanabilirler. Zaten 12 Eylül öncesinde Türkiye’de bir ideolojik örgütlenme; sağ ya da sol birikim olsa bile ABD öylesine güçlüdür ki bu ideoloji odaklarını kendi istediği şekilde organize edebilir.
Diğer bir deyişle, 12 Eylül darbesinde, hemen öncesinde ve sonrasında ülke içinde yaşanan çatışmaların tamamı, aslında ABD’nin ulaşmaya çalıştığı hedefe göre ülkenin programlanması sonucu olmuştur. Öyle ki ABD Türkiye’de darbe yaptırabilmekte, başbakanı veya sendika başkanını öldürtebilmekte ise daha kimbilir neler yapabilir. ABD’nin her tarakta bezi, dünyanın her tarafında gözü kulağı vardır. O zaman ABD’den öyle öcü gibi değilse de bir şekilde korkulmalı, bir o kadar da bağlı kalınmalıdır. Bu korkunun, kurbanın katilinden korktuğu gibi olması ancak Stockholm sendromundaki gibi bir çaresiz bir sevgi bağının da kurulması gerekmektedir.
Söz sırası bizim
Yukarıda bahsettiğim nedenlerle ikibinyedi mayısının sonlarına doğru devletin ve devlet eliyle sanatın veya medyanın, 12 Eylül’e dair söylediği söz, “iyi ki varsın ABD” ile “inanın ABD yüzünden oldu” arasında gidip gelmektedir. ABD “ol” deyince oluveren 12 Eylül 1980 darbesinden otuz yıl sonra, ABD “öl” derse ne yapacağımız ise sol mücadelenin temel konularından biri olup “öldürmeyen ABD öldürmez”den çok daha farklı bir söyleme, bir direnişe, ayağa kalkışa işaret etmektedir. Üzerimize salınan ABD korkusunun karşılığı, 1 Mayıs 1977 katliamının ardından yaşanan 1 Mayıs 2007 devlet terörü ile anlaşılmıştır. Asıl onlar korkmaktadır. Güçlenen, örgütlenen ve asıl sözü sona saklayan sınıftan ödleri kopmaktadır. Sınıf ise burnunun ucuna sokularak koklatılan ABD korkusunu elinin tersiyle itmeli, korkmadığını haykırmalıdır. Söz sırası bizimdir ve susmaya niyetimiz yoktur.

Sahibinden doğalgazlı manzaralı möbleli geyikler

Kiralık bir ev arıyorum ve bir emlakçıya gidiyorum. "Aman efendim," diyorlar, "Bir daire var elimizde fırınla marketin tam ortasındaki apartmanda biraz alçak ama," (yerin iki kat altı). "Yok," diyorum "Bende alçaklık korkusu var, kalsın! Hem ben şöyle ufak tefek ama havadar bir ev arıyorum." Adam lafımın sonunu dinlemiyor "Yaw," diyor, "Tamam o zaman tam da size göre bakın bu ev" parmağıyla karşı binayı gösteriyor - "nohut oda bakla sofa!"- sabah sabah gitmişim adam kahvaltı yapmamış anlaşılan sürekli yemeden içmeden bahsettiğine göre!).
"Apartman toplam 4 kat, bu daire 1. katta, 100 küsur metrekare, güzel geniş bir salonu var. Salon-salomanje derlerdi eskiler aynen öyle bir salon. Mutfak hemen yanı başınızda." (Yani mutfak kapısı salona bakıyor. Salon-salomanje dediği de bu zaten. 15 metrekarelik bir salon ve yarısı kadar bir mutfak, salondan bozma. Şaşırmayın canım! Eve girince ben de önce bir afalladım ama hemen toparladım. Batı felsefesiyle üretilmiş bir evmiş burası. Binayı yaptıran adam yıllarca Niiyorg'da kalmış. Ondan böyle Amerikan (!) tarzlarını pek severmiş.
Mutfağa fırın, buzdolabı sığar aslında. Ama camları biraz yukarıda kaldığından ortam biraz karanlık. Soruyorum, salağım ben… Neden camlar…? Fazla güneş alan mutfaklarda pişen yemeğin ömrü az oluyormuş. (Nasıl yani?) Yemeğin serin yerde muhafaza edilmesi gerektiğinden ev sahibi yememiş içmemiş bunu da hesaplamış bu caaaanım evi yaparken. "Hem siz çalışan insansınız ne işiniz var mutfakla?" Eeee Amerikan stili bekar bir bayanın da mutfakla pek işi olmaz hani. Ne de olsa ben hep Corn Flakes ile besleniyorum ya…
Mutfaktan başka bir kapı banyoya mı açılıyor diye bakıyorum hayret! Hayır. Mutfaktan salon dışında hiçbir yere gidilmiyor, labirent burada rahmetli Berlin duvarı olmuş bana bakıyor. Adam gayet gayretli ve ilgili bir şekilde anlatmaya ve dinletmeye devam ediyor: "Ben buranın inşaatında yan mahallede bir dükkandaydım. Allah inandırsın bina bitince içini görmeye geldim, hemen gittim karşı binadan ofis kiraladım!" - Bu globalleşen dünyamızın birinci sınıf pazarlama tekniği bilen bilmeyene öğretsin. Bu kısmından birşey anlamıyorum ve hemen salak ayağına yatıyorum ve soruyorum (dinlemeye doyamadım ya): Neden?
Bana tam onbeş dakika süren bir konuşma yapıyor. Aslında abartmak için o lafı ortaya attığının kendisi de farkında ve keşke şu hatun o soruyu sormasaydı diye de hayıflanıyor biraz, ama sordum bi kere. Ben kendimi salak durumuna düşürdüğümü sanırken adamın anlattığı saçmalıklarla iş çığrından çıkmak üzereyken ben, "Diğer odaları da görseydim," diyerek koridora zor atıyorum kendimi.
Evin bu bölümü bir koridorla (kendisine koridor derken gerçek boyutlardaki koridorlardan özür dilerim) yatak odası ve çocuk odasına bağlanıyor. Söylememe gerek yok tabii; bu odalar da birbirine geçme yapılmış. Üstelik yatak odası dedikleri alan tam olarak "yatak odası". Ee zaten yatak odasına başka ne lazım ki? Allahım tam Amerikan havası!!!
Derken banyoyu arıyor gözlerim. Koridordan geçerken gördüğüm ardiyevari yer 2 metreye 2 metre civarı bir girintiden ibaret ki banyo burasıymış. Olacakmış daha doğrusu. Ömrü yetmemiş. Emlakçı yine o efsane anlatan büyükanne bakışı ve inişli çıkışlı ses tonuyla ne diyor bilin bakalım? "Amerikan tarzııı". Ev sahibi banyonun yer kaplamaması gerektiğini düşünüyormuş. O yüzden daraltmış (birbirine geçişmenin dayanılmaz hafifliği, 1 banyo ve 1 odadan 2 oda ve bir duş alanı yaratmış…)
Herşeye rağmen, bu eve sığabileceğimi düşünüyorum. Mesela birbirine geçme yatak odalarının birini banyoymuş gibi kullanır çamaşır makinesini oraya kurar ve yemeğimi de koridorda yersem…
Birden aklım başıma geliyor, öyle ya BU EVİN TUVALETI YOK MU? Derin bir nefes alın, geçerken gördünüz ama ruhunuz duymadı değil mi? İnsan biraz dikkat eder canıııım! Az önce banyoymuş gibi davranan dört metrekarelik alandan bahsetmiştim. İste o alanın bir köşesi meğer tuvalet imiş. Ama kiracı klozeti kendisi alacak ve taktıracakmış. Tabi bunun için bir hafriyat yapılması gerekecek zira klozete konu olacak delik gözümden kaçarak var olmuşsa da şanına yakışır büyüklükte değil.
Ben bu hafriyat konusunda ayrıntılı bilgi alırken ısınma probleminin de doğalgaz sobası döşetmem halinde çözüleceğini öğreniyorum. Allahtan evde doğalgaz sistemi varmış. Şükürler olsun, bir an için çocukluk günlerimdeki gibi odun sobası kuracağımı sandım…
Evin elektrik ve su tesisatı ortakmış. Apartmanda yaşayanların hepsi çocuklu aileler, yani hepsinin evinde tüm gün televizyon, müzik seti, çamaşır makinesi oda orkestrası kurulu. Ee peki ya ben? Tek kişiyim, ayda bir kez ütü yapar, müziği portatif çalardan dinlerim. Televizyonla ise aram yoktur… Peki peki şimdi emlakçıya hak ettiği soruyu soracağım: Kardeşim bu evi hangi yüzle kiraya veriyorsunuz ki siz? Metrekaresi 60'dan fazla değil, mutfak bir yeraltı dehlizi gibi, yatak odasında gardroba bile yer yok, banyo tam bir kabus, fatura konularına hiç girmiyorum bu ne yaaaa…." Ben böyle sayıp dururken emlakçı biraz kırgın bir ifadeyle yüzüme bakıyor: "Abla ben sana nohut oda bakla sofa derken sen yanlış anlamışsın. Burası tam bir Amerikan evi, haa sen Türk geleneklerine göre bir ev istiyorsun madem öyle söyle elimde tam sana göre…."