13 Haziran 2010 Pazar

Huzur bozan Zincirbozan... (2008)

12 Eylül Darbesi hakkında söylenecek sözün kalmadığı noktada devreye giren bir devlet sözü, Zincirbozan. Sanki darbe toplumdan ayrı, kapalı kapılar ardında yaşanmış da şimdi birileri çıkıp büyük bir cesaret örneği göstererek bugüne kadar gün yüzüne çıkmamış gizli gerçeklerden bahsedecekmiş gibi reklam edilen ve pazarlanan filmin sahip olduğu hatalardan çok, burjuva egemen ideolojinin ihtiyacı olan yeniden üretim fonksiyonunu yerine getirme yetisi ve filmin içinde bu savı destekleyen noktalar üzerinde durmak istiyorum.
Ancak önce iki temel noktanın; bu filmin bütününde vermeye çalıştığı mesajdan bağımsız olarak yer alan etkili bir toplumsal mesajı barındırışının ve filmi izleyen kitle ile izlemeden künyesine bakanların alması istenen genel geçer mesajının, bugünkü egemen ideolojinin tam da vermek ve korumak istediği mesajlar oluşunun altının çizilmesi gerekiyor. İlki filmde içten içe hissettirilen ABD korkusu, ikincisi ise darbenin eni konu gerekliliği ve 1980 yılı 12 Eylül’üne gelindiğinde ülkeyi harabeye çeviren sağ-sol kavgasının bu yolla bitirilip kötü bütün düşüncelerin temize havale edildiğidir. Arada kaynayan bir grup insan olmuştur (mesela simitçi amcanın o gün sokakta bulunmasından başka hiçbir siyasi veya düşünsel suçu bulunmamakla birlikte, o da militanlarla birlikte yargılanmış, idam kararı verilen insanlarla aynı koğuşta yatmıştır). Ancak, ülke aslında çok daha büyük uçurumların kıyısından, ABD eliyle döndürülmüştür. NATO’ya girmesi veto edilen Yunanistan ile aramızda dinmek bilmeyen kin ve nefreti, ABD, ajanları vasıtasıyla ve TSK’yı zorlamak suretiyle dindirmiştir. NATO’ya iki ülke de kardeş kardeş katılmalı ve büyük ağabey ABD’nin sözünden çıkılmamalıdır.
Zincirbozan’ın uykuya yatırılmış MHPsi
Filmde altı çizilenlerin dışında, bir de üstü çizilip hiç değinilmeyenler var. 70li yıllarda doruğa ulaşmış işçi sınıfı mücadelesinin varlığını, gerek sol gerek sağ hareketin hemen 1980 öncesinde geldiği noktayı hiçe sayan senaryo, salt komplo teorileri bağlamında oluşturulmuş. Senaryonun eleştirilmeden geçilmemesi gereken ve bugüne kadar çeşitli basın organlarındaki sağduyulu yazar çizer tarafından da gündeme getirilmiş noktası; sağda MHP’nin ve ülkücü örgütlenmenin, solda ise devrimci örgütlenmelerin varlıklarının salt kişiler bazında kaldığı ve hiçbir parti veya örgüt oluşumuna dayanmadığı, üstüne üstlük bu sağ ve sol örgütlere bağlı oldukları “hissedilen-hissettirilen” militanların da ABD tarafından güdümlenen birer maşa oldukları savının ortaya atılmasıdır. Filmde nedense parti ve örgüt isimlerinin geçmemesine özellikle dikkat edilmiş ama sol açısından ara sıra birkaç isme gönderme yapılmış. Sağda ise MHP sanki o dönemde kurulmamış bir parti, esamesi bile okunmuyor. Bütün siyasi liderler ortalıkta demeçler verirken Alparslan Türkeş’in adının dahî geçmemesinin hatadan çok daha fazlası olduğu gün gibi açık.
Diziden bozma, fragman tadında
Filmin yönetmeni, “elimizde dizi olmak üzere hazırlanmış bir senaryo vardı, sonra bunu filme dönüştürürken pekçok sahneyi kırpmak zorunda kaldık” benzeri bir açıklama yaparak kendini aklamaya çalışıyor (Birgün gazetesi röportajından). Senaristinin ise eski bir MHPli oluşu göz ardı edilirse belki bu numara tutabilir. Nasıl ki sinema filmlerinin fragmanlarında, seçilmiş sahnelerin merak hissi uyandıracak şekilde bir sıralaması gözetiliyorsa, burada da yönetmen, ellerindeki uzun metrajlı dizi senaryosunun bir filmin fragmanı etkisi yarattığını kabul ve iddia ediyor. Kaldı ki Zincirbozan’ın belgesel tadındaki sahneleri arasındaki kopukluklara bakılırsa bu film, aslının fragmanı gibi duruyor.
Bir replikte “reis”in ülkü ocakları da kim oluyor? Ben çok daha sağlam bir destekten bahsediyorum şeklindeki yorumu o günkü deyişle bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz anlayışının destekçisi olup dönemin sağa, özellikle de ülkücülere mal edilen bütün cinayet ve saldırılarının aslında dış mihraklara tâbi olduğunu iddia ediyor. Solcuların repliklerindeki basitlik, örgüt içi hesaplaşmalara yapılan göndermeler, kadın militanların örgüt liderlerine peşkeş çekilme imaları... Böylece bir yandan solun ve mücadelenin altı boşaltılırken diğer yandan milliyetçiliğin o günkü yapısında parti ile sokaktaki ülkücü gençlik ayrımı yapılarak bugünkü MHP de aklanmaya çalışılıyor.
Dönemin solu ise ancak birkaç suikaste imza atan ve işleri bitince de hücre evlerinde kurşuna dizilen “kandırılmış” militanlardan ibaret. Baskınlardan kaçan bir miktar da darağacında son nefesini verirken, biz gençlerden, o dönemde atılan yanlış adımlara bakarak bugün doğruyu bulmamız isteniyor. Arada bir noktayı belirtmeden geçmeyeyim. İdam edilen sağcı militanın suçunun ne olduğu açık değilken, Erdan Eren’in idamında emniyet görevlisini öldürdüğü iddiasının altı çiziliyor. Erdal Eren’in 17 yaşında oluşu ve yaşının büyütülmesi ise çocuk yaştaki oyuncunun ifadesi ile anlatılmış (senaristinin notu). Ayrıca, Erdal Eren’in idam sehpasında boynu kırılsın diye, hücresinden çıkarılırken paltosunun giydirildiği ayrıntısını “özellikle” veren senarist ve yönetmen, bu şekilde “hah bak gördün mü bunu da söyledim” demiş ve günah çıkarmış oluyor.
Senaryonun ne kadar bilinçli bir tercih olduğu, filmin her sahnesinden, kopuk geçişlerden, sol ve sağ örgüt üyelerinin repliklerinde yer alan sığlıktan hemen anlaşılıyor. Hiçbir eylem görüntüsünün kullanılmaması ve suikastlerin sürekli kim oldukları açıklanmayan gizemli adamlarca bir kişiden bir başka kişiye aktarılarak iletilmesi ve sonuçta hep ABDli bir odağa ulaşılması filmin bir diğer mesajıyla birlikte bütün ideolojik arkaplanı temizleyen işlev görüyor. Birkaç idam sahnesinin ve sol örgüt evlerinin basılması olaylarının eklenmesi gibi solun başına gelenlerin örneklenmesi, filmin vermek istediği mesajın üstünü örtemiyor. Dolayısıyla 12 Eylül’de yaşananların gerçekliğinden uzaklaşırken dikkatimizi tamamen başka bir yöne, bugün güncelliğini koruyan başka bir gerçekliğe çekiyor.
Korkuyu beslerken
Zincirbozan filmini eleştirirken tümden karşıma almamın nedeni, bugün güncelliğini koruyan çok daha büyük bir tehlikeye, toplumun akıl tutulmasına neden olan ABD korkusuna işaret ediyor olması. Film bu korkuyu açığa çıkarmıyor, gizliden besliyor.
Sovyetler Birliği’nin dağılışından sonra “korkacak” bir odak bulamayan, kendini yeni tek kutuplu düzende konumlayamama sıkıntısı içindeki burjuvazi kendi adına “süper” bir yol bulmuştu. Emperyalizmin gösterdiği yolda ilerlemek ve “uluslararası terör”den korkmak, bir yandan kitleleri yönlendirmek için, diğer yandan kapitalizmin uluslararası entegrasyonuna eklemlenmek adına daha kolay bir geçiş süreci olacaktı. İşte bu nedenle, biraz da mecburiyetinden, burjuvazi için neoliberal akıl tutulmasını destekleyen her türden üretim “para ediyordu”. Sanat da bu açıdan üretimin paraya dönüştürülebilme sürecinde hem aydın kesimi kıskaca alan hem de toplumları daha hızlı dönüştüren bir alan olarak dikkati çekmeye başladı. Sanat eliyle toplumsal mesajlar daha kolay yayılıyordu.
ABD “ol” deyince
Emperyalizmin gemi azıya aldığı ve toplumsal çürümenin had safhaya ulaştığı bir dönemde 12 Eylül’e dair söz söyleyen filmlerin pıtırcık gibi çoğalmasının, biraz da başlangıçta bahsettiğim yeniden üretim sürecinde işe yarayan aletler olarak, tesadüfî olmadığı görülmektedir. “Babam ve Oğlum” bu anlamda 12 Eylül’e dair söz söylemiş ama sözü başka türlü söylemiş filmlerden biridir. Ellerinde böyle örnekler varken “karşı tarafın” da söyleyecek sözü Zincirbozan’da olduğu gibi, “inanın ki ABD yüzünden” şeklinde cereyan edecektir. Dış mihraklar bizim üzerimizde çeşitli oyunlar oynamaktadır ve bunun için gerekirse ülkedeki hazır örgütlenmeleri istedikleri gibi kullanabilirler. Zaten 12 Eylül öncesinde Türkiye’de bir ideolojik örgütlenme; sağ ya da sol birikim olsa bile ABD öylesine güçlüdür ki bu ideoloji odaklarını kendi istediği şekilde organize edebilir.
Diğer bir deyişle, 12 Eylül darbesinde, hemen öncesinde ve sonrasında ülke içinde yaşanan çatışmaların tamamı, aslında ABD’nin ulaşmaya çalıştığı hedefe göre ülkenin programlanması sonucu olmuştur. Öyle ki ABD Türkiye’de darbe yaptırabilmekte, başbakanı veya sendika başkanını öldürtebilmekte ise daha kimbilir neler yapabilir. ABD’nin her tarakta bezi, dünyanın her tarafında gözü kulağı vardır. O zaman ABD’den öyle öcü gibi değilse de bir şekilde korkulmalı, bir o kadar da bağlı kalınmalıdır. Bu korkunun, kurbanın katilinden korktuğu gibi olması ancak Stockholm sendromundaki gibi bir çaresiz bir sevgi bağının da kurulması gerekmektedir.
Söz sırası bizim
Yukarıda bahsettiğim nedenlerle ikibinyedi mayısının sonlarına doğru devletin ve devlet eliyle sanatın veya medyanın, 12 Eylül’e dair söylediği söz, “iyi ki varsın ABD” ile “inanın ABD yüzünden oldu” arasında gidip gelmektedir. ABD “ol” deyince oluveren 12 Eylül 1980 darbesinden otuz yıl sonra, ABD “öl” derse ne yapacağımız ise sol mücadelenin temel konularından biri olup “öldürmeyen ABD öldürmez”den çok daha farklı bir söyleme, bir direnişe, ayağa kalkışa işaret etmektedir. Üzerimize salınan ABD korkusunun karşılığı, 1 Mayıs 1977 katliamının ardından yaşanan 1 Mayıs 2007 devlet terörü ile anlaşılmıştır. Asıl onlar korkmaktadır. Güçlenen, örgütlenen ve asıl sözü sona saklayan sınıftan ödleri kopmaktadır. Sınıf ise burnunun ucuna sokularak koklatılan ABD korkusunu elinin tersiyle itmeli, korkmadığını haykırmalıdır. Söz sırası bizimdir ve susmaya niyetimiz yoktur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder